Dış gözlemle sınırlı varlık olarak müşahede edilen insan, iç dünyasında engin bir yapıya maliktir. Aslı/vasfı tam manasıyla saptanamayan söz konusu müktesebat, öteden beri nefs ve mahiyeti etrafında deveran eden tartışmaları gündeme taşımıştır. Ontolojik açıdan birçok bahse konu olan bu potansiyel, temelde insanın psikofizyolojik yönü ile yakından ilintilidir. Bu kapsamda, nefs ve bedenin mezcedilmiş bir bütünlük arz etmediğini; aralarında liderlik-itaat şeklinde kategorize edilebilecek bir ilişkinin bulunduğunu belirtmek gerekir. Diğer taraftan, bedenin yanında ruhî veçhesi de bulunan nefste, ikili bir çekim alanı göze çarpmaktadır. Bu sebeple, tek bir nefse sahip insanoğlunda, zaman zaman birbirine zıt güçlerin aynı anda aktif olduğunu; dolayısıyla bu durumun faal bir mücadele alanı oluşturduğunu ifade etmek imkân dâhilindedir. Kadim gelenekte de çok yönlü olarak ele alınan nefs kavramı, bu silsilenin önemli unsurlarından biri olan Gazzâlî’de (ö. 505/1111) ana hatlarıyla öfke ve şehvet yönüyle öne çıkarılmış, akıl nimetiyle bu iki kuvve dengelendiğinde ise insana, Yaratıcıyı ve çevreyi tanıma olanağı verilmiştir. (bkz. Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-dîn, Dâru’l-ma’rife, Beyrut t.y., III, 58)
İngiliz filozof ve sosyal bilimci Bertrand Russell (ö. 1970), amprik vurguyla bilimin belirleyici unsur olduğundan bahsederken; “Modern dünyayı önceki yüzyıllardan farklı kılan, hemen hemen her şeyin bilime bağlanabilir olmasıdır” (O. L. Zangwill, Modern Psikolojinin Gelişimi, Çev.: Yılmaz Özakpınar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2009, s. 15) ifadesini kullanmıştır. Bu perspektiften yola çıkıldığında, modern psikolojinin yan dalı kabul edilen “din psikolojisi” sahasından konuya yaklaşmanın elzem olduğu aşikârdır. Bu çerçevede öncelikle, psikanaliz yöntemini sistematize eden Avusturyalı psikolog Sigmund Freud’a (ö. 1939) göz atmak yerinde olacaktır. Freud, insani bir vasıf olan nefsi, kötülüğün sevk ve idare merkezi olması hasebiyle “id”; kişi ile dış dünyanın dengesini kurup muvazene fonksiyonuyla “ego” ve değerlerin söz konusu olduğu toplumsal yönü ifade eden niteliğiyle “süper ego” bağlamında, kendi içinde keskin sınırları olmayan üçlü taksimata tabi tutarak açıklamıştır. (bkz. Sigmund Freud, Psikanalize Yeni Giriş Dersleri, Çev.: Selçuk Budak, Öteki Yayınları, Ankara 1997, ss. 107-109)
Meseleyi izah sadedinde belirtmek gerekirse, dinî literatürde Kur’an-ı Kerim’in ilgili ayetleri çerçevesinde şekillendirilmiş bir ıstılah olan “atvâr-ı seb’a” ile tasnif edilen nefsin tavırlarıyla, zikredilen Freudian anlayış arasında her ne kadar doğrudan bir eşleştirme yapılmış olsa da bu konuyu istendik bakış açısına yaklaştıran isim, analitik psikolog Carl Gustav Jung (ö. 1961) olmuştur. Nitekim Jung, meslektaşı Freud’un, insanın ‘aşkın tümcelliğini’ ötelediğini düşündüğü bu teorisini, modern psikolojide “kendilik” olarak ifade edilen nefsin henüz keşfedilmemiş boyutuyla taçlandırmış ve buna “derinliklerin tini” adını vermiştir. (bkz. Carl Gustav Jung, Kırmızı Kitap, Çev.: Okhan Gündüz, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2015, s. 105)
İyilik ve kötülüğe meyyal olarak çift kutuplu bir karakter arz etmesiyle insanda merkezi bir konum edinen nefsin, kul-Yaratan ilişkisi düzleminde içten dışa ve dıştan içe seyreden etkin bir hareket alanı bulunmaktadır. Dinde kullukla alakalı tüm unsurları içine alan bu bütünlük, savunucu ve kurucu dinî disiplin kelam ilminde, Yaratıcıyla kulun iradesinin kesişmesi anlamında “tevfîk”; ayrışıp uzaklaşması manasında da “hizlân/hirmân” olarak karşılık bulmuştur (bkz. Abdurrahmân b. Nâsır el-Berrâk, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, Dâru’t-Tedmuriyye, Riyâd 2008, I, 80-81). Diğer bir ifadeyle, Allah’ın kulundan razı olup olmamasını, nefsin zikredilen döngüsel hareketleri tayin etmektedir. Bu meyanda, dinî pratiklerin motivasyon kaynağı olan nefs murakabesi ve(ya) muhasebesi de sözü edilen rıza halini ayakta tutan aksiyonel bir ameliyedir. Nefsin şuur üzere olmasını gerekli kılan bu durum, onun manevra kabiliyetini aktif olarak ortaya koymaktadır.
Diğer taraftan, nefs ile alakalı içsel süreçler, sezgisel boyutu ağır basan ve birçok değişkenden etkilenen insanla Yaratıcı arasındaki bağlantının sonucunda ortaya çıkan dinî istikamet formlarına doğrudan etki etmektedir. “Dindarlık tipolojileri” olarak yansıma bulan bu etkileşim, ilk olarak Amerikalı psikolog Gordon Allport (ö. 1967) tarafından ele alınmıştır. Nefsin biçimlendirdiği kişilik özelliklerinden yola çıkarak, dindarlık temayüllerini bireyin dini yaşama biçimi ve bu konudaki samimiyeti kapsamında inceleyen Allport, “içdüdümlü” ve “dışgüdümlü dindarlık” şeklinde iki tür yönelimden bahsetmektedir. Bu bağlamda içgüdümlü dindarlık anlayışı, hayata dinî perspektiften bakmaya ve diğer bütün düşüncelerin üstünde kabul edilen din olgusuna, mutlak bir şekilde teslim olmaya dayanmaktadır. Dışgüdümlü dindarlıkta ise din; toplumda mevki elde etme, başkaları nezdinde itibarlı olma, korkuları yatıştırıp güven temin etme, sıkıntılar için teselli, yoksunluklar için telafi gibi insanî birçok istek ve ihtiyacı karşılayan pratik sonuçlarıyla, benliğin hizmetinde ve savunmasında kullanılan elverişli bir araçtır (bkz. Ali Köse-Ali Ayten, Din Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul 2016, ss. 115-116). Öte yandan bahse medar husus, toplumsal zeminde bireyi, içinden gelerek ve özgür iradesiyle ortaya koyduğu eylemleri açısından “aktif ahlak” idealine ya da davranışlarının çıkış noktasını çeşitli kural ve kısıtlamaların belirlemesi cihetiyle “pasif ahlak” eğilimine sevk etmektedir. Buna göre, kişinin temel motivasyonunu belirleme fonksiyonu ile yeter sebep olarak öne çıkan nefsin; Yaratıcı, eşya ve hadiseyle ilgili birçok meselede aktif rol üstlendiğini söylemek mümkündür.
Özelde İslam dini olmak üzere tüm dinlerin insana dönük nihai amacı; kendilik algısı gelişmiş, özünü bulan/bilen, çevresine karşı edilgen tutum sergileyen, hayatı anlamlandıran; hülasa, “insan-ı kâmil” olarak muttasıf bir kişilik modeli ortaya koymaktır. Bu noktada Hz. Peygamberin (s.a.s.), insanın nefs ile öteden beri var olan ilişkisine hangi zaviyeden baktığına temas etmek yerinde olacaktır. Bu açıdan öncelikle, fizyolojik olarak yaşlanmaya karşın, kişide ruhî yönden ihtiyarlamayan mal edinme ve tûl-i emel arzusunun (bkz. Müslim, Zekât, 38 [1047]), bireyin oluş ve erişinin önündeki iki mühim engel olduğunu zikretmek gerekir. Bu doğrultuda atılması lazım gelen adımı; “Akıl sahibi; nefsini aşağılayan ve ölüm sonrası için çalışan kimsedir…” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 25) ifadesiyle açıklayan Hz. Peygamber, nefsin ontolojik anlamda yükselip yukarılara çıkmak istediğini, onun bu çıkışlarını bastırıp kontrol altına almanın akıl sahiplerinin kârı olacağını; aksi bir durumun ise kişiyi ebedi hüsrana sürükleyeceğini, koruyucu ve önleyici bir üslupla işareten dile getirmiştir. Tam da bu noktada Mevlana’nın; “Geminin içindeki su, gemiyi batırır; gemi altındaki suysa, gemiye arka olur” (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî ve Şerhi, Şerh: Abdülbâkî Gölpınarlı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1985, I, 242) sözü, nefs-insan mücadelesi neticesinde tebarüz edecek felaket ya da selameti, tüm gerçekliğiyle gözler önüne sermektedir.
Modern dönemde maddeye aşırı yönelimin sonucunda kesben zenginleşip kalben fakirleşen insanın psikoza girdiğini; kibir, enaniyet vb. olumsuz vasıfların egoyu besleyerek kişisel ilişkileri gölgelediğini ve son tahlilde insanlığın birbirinden uzaklaşıp kutuplaştığını ifade etmek izahtan varestedir. Hal böyleyken, iyiliğe ihtiyacın gün geçtikçe arttığı fesâd-ı zamanda, anılan hasleti en yalın ifadesiyle “güzel ahlak” olarak tanımlayan Hz. Peygamberin (bkz. Müslim, Birr ve’s-sıla, 5 [2553]) bu küllî yaklaşımından, nefsin tekâmül sürecinin sonundaki olgun meyvesinin, dinin önem atfettiği ahlakî pratikler olduğu anlaşılmaktadır. Bu itibarla, kendini arayan modern insanın, anlamı ıskalayan birtakım çıkmaz yollara sapmayı bırakıp Yaratanla doğrudan bağ kurması, bahsi geçen müspet neticeyi temin edecek kayda değer bir çabadır.
- - - -