Bir şeyin kutsal oluşuna sebebiyet veren Yüce Allah’ın iradesidir.

Mescid-i Aksa bir diğer adıyla Beyt-i Makdis’ekudsiyetini veren de İslam’ın ilk yıllarında Müslümanların orayı kıble edinerek namaz kılmalarını emreden de Yüce Allah’tır. Hz. Peygamber’in (sas) Kabe’nin hürmet ve saygınlığından dolayı Mekke yıllarında Rüknü Yemani ile Haceru’l-Esved arasında namaz kıldığı anlatılır. Bu tercihinde amaç hem Kabe’ye hem de Mescid-i Aksa’ya yönelmiş olmaktır. Mescid-i Aksa da elbette mukaddestir. Ancak Hz. Peygamber’in gönlü her zaman Kabe’de kalmış, oranın kıble olmasını arzu etmiştir.

Bu durum Peygamber bile olsa ibadetler, dini yaşantı, helal ve haramlar ilgili konularda hiçbir insanın herhangi bir şekilde Yüce Allah’ın izni dışında tasarrufta bulunamayacağının açık bir örneğidir. Nihayet Medine’ye hicretten 17 ay sonra bu özlemli bekleyiş sona ermiş Bakara 144. Ayet ile kıblenin Kabe’ye dönüşümü emredilmiştir. 

“Biz senin, yüzünü göğe doğru çevirdiğini elbette görüyoruz. İşte şimdi kesin olarak seni memnun olacağın kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir; nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin. Kuşku yok ki kendilerine kitap verilenler bunun rablerinden gelmiş bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir.”

Müfessir İbn Atıyye ayette ifade edilen “Kitap verilenlerin kıblenin Kabe olması gerektiğine dair bilginin kendilerine Rablerinden gelmiş bir gerçek olduğunu bilmeleri” hususunda “Yahudiler ve hıristiyanlar Kâbe’nin, ümmetlerin imamı İbrâhim’in kıblesi olduğunu, dolayısıyla –kendi kitaplarından da hakkında bilgi edindikleri– Hz. Muhammed’e uyarak Kâbe’ye yönelmenin herkes için görev olduğunu biliyorlardı” şeklinde yorumlamıştır. Bütün ümmetlerin asıl kıblesinin Kabe olması gerekir çünkü ayette “Gerçek şu ki, insanlar için yapılmış olan ilk ev (mâbed olarak yeryüzünde yapılmış ilk bina), âlemlere bir hidayet ve bir bereket kaynağı olan Mekke’deki evdir.” Ayrıca Yüce Allah, Mekke’yi dünyanın en kutsal şehri kılmıştır.

Aynı surenin 142. Ayetinde insanlardan aklı ve ahlakı yetmez, düşüncesiz bazılarının hemen dedikoduya başlayarak bu kıble değişikliği olayını Müslümanlar aleyhine bir karalama kampanyasına döndürecekleri bildirilir. 

Hakikaten öyle olmuş, kıble değişikliği gerçekleşir gerçekleşmez hemen kara propaganda başlamıştır. Râzî’ninaçıklamalarına göre değişiklik emri Müslümanlar dışında üç grup toplulukta üç farklı tavır geliştirmiştir;

a) Yahudiler: Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ettikten sonra bir süre Kudüs’teki Beytülmakdis’e yönelerek namaz kılmıştı; yahudiler de bundan memnundu. Fakat Kâbe’nin kıble olması üzerine bu değişiklik onları rahatsız etti. 

b) Müşrikler: Müşrik Araplar aslında Resûlullah’ın Kudüs’e yönelmesinden hoşnutsuzluk duyuyorlardı. Bu yüzden Kâbe’nin kıble yapıldığı haberinin Mekke’ye ulaşması üzerine bundan memnun oldular; fakat bu gelişmeyi, Resulullah’ın eski tutumunu değiştirerek kendileriyle uzlaşmak istediği şeklinde yorumladılar. 

c) Münafıklar: Münafıklar ise yönlerin birbirinden farkı bulunmadığını, dolayısıyla kıble değiştirmenin mâkul bir gerekçesi olamayacağını, Hz. Peygamber’in, böyle bir değişiklik yapmakla keyfî davrandığını ileri sürerek bunu bir eleştiri ve alay konusu yaptılar. 

Ayetin devamında Hz. Peygamber’in bu sefih insanlara “De ki: “Doğu da batı da Allah’ındır. O, dilediğini dosdoğru yola iletir.” Şeklinde cevap vermesi istenir. Yani Cenab-ı Hak diyor ki yeryüzünün her tarafı Allah’ındır. O halde ibadet ederken döndüğünüz yön değil Yüce Allah’ın emrine itaat edip etmiyor oluşunuz önemlidir. O zamana kadar kılınan namazlar asla zayi olacak değildir. Sevabı, ecir ve mükafatı verecek olan siz değilsiniz Allah’tır.

Aynı surenin 149 ve 150. Ayetlerine geldiğimizde Mescid-i Haram’ın (Kabe’nin) kıble edinilmesi emrinin tekrarlandığını görüyoruz. 

Müslümanlara adeta şöyle denilmiş olmaktadır: 

“Eğer bütün bu buyruklara rağmen yine de Mescid-i Harâm’adönmez de eskisi gibi Kudüs tarafına yönelirseniz, o zaman insanlar (yani müşrikler, Ehl-i kitap ve hatta münafıklar), “Muhammed gerçekten peygamber, ümmeti de vasat ümmet olsaydı hem kıblenin değiştirildiğini ilân edip hem de hâlâ eskisi gibi Kudüs’e yönelmezlerdi” diyerek bu tutarsızlığınızı aleyhinize delil olarak kullanırlar. 

Fakat kıble emrini titizlikle uygularsanız artık söyleyecekleri söz kalmaz. Yalnız, siz ne kadar dikkatli ve ihtiyatlı olursanız olun, mutlaka hakkınızda ileri geri konuşmaya devam eden “zalimler” (haksızlığa saplanmış olanlar) bulunacaktır. Ama artık bunlara da aldırmamak gerekir. Müslümanlar yalnız Allah’ı düşünüp O’na saygı göstermeli, O’ndan korkmalıdırlar. 

Bu şekilde müslümanlar Allah’a ve O’nun buyruğuna saygı duyarak ibadetlerinde daima Mescid-i Harâm’a dönerlerse Allah onlara nimetini de tamamlayacak ve onları hidayete erdirecektir; onları “ehl-i kıble” diye de anılan bir büyük İslâm milleti haline getirecektir. 

Nitekim öyle de olmuş; müslümanlar şunun bunun dedikodusuna bakmadan, zalimlerden korkup çekinmeden, yalnız Allah’ı düşünüp O’nun hükmünü önemsedikleri sürece Allah onlara her türlü maddî ve mânevî nimetlerini bol bol ihsan etmiştir. 

Yüzyıllar boyunca Arabistan çölüne sıkışıp kalmış, durmadan birbirleriyle savaşan, birbirini yiyip tüketen Câhiliye dönemi kabileleri, Allah’ın birliği, Hz. Muhammed’in peygamberliği, müslümanların kardeşliği, Kâbe’nin kıble oluşu gibi birleştirici ilkeler etrafında toplanmışlar, bunun ardından diğer bazı milletlerin de İslâmiyet’e girmesiyle çok kısa zamanda müslümanlar üç kıtaya hâkim olan bir dünya toplumu haline gelmişler; dünyanın en büyük devletlerini geride bırakan bir sosyal, siyasî, askerî, idarî, bilimsel ve kültürel yapı oluşturmuşlardır.”