Bir mermer işçisi, sıcak ve güneşli bir havada mermer ocağında çalışırken yorgun ve bitkin bir vaziyette şöyle güneşe doğru dönüp bir bakıvermiş ve içinden şöyle geçirmiş: “Güneş ne kadar etkili ve güçlü… Keşke güneş olsam!” Hikâye bu ya, duası kabul edilmiş, işçi güneş olmuş. Güneş olup parıldamaya, aydınlatmaya devam ederken, bulutlar önünü kapatmış, bir türlü ışıklarını bulutların ötesine geçiremiyormuş. Bu durumda bulutları daha etkili ve yetkili görmüş ve “keşke ben bir bulut olsaymışım” demiş. Bu kez bulut oluvermiş. Bulut olup semada yüzerken, ortaya çıkan rüzgârın güçlü esintisi karşısında savrulmalardan kurtulamayıp etrafa dağılıvermiş. Rüzgârı güçlü görmüş bu kez de “keşke rüzgâr olsaydım” demiş ve rüzgâr olmuş. Eserken bir dağa çarpmış, bir daha, bir daha… Bir türlü dağın arkasına geçemez olmuş. Bakmış ki dağ rüzgârdan daha güçlü. “Keşke bir dağ olsaydım” demiş, dağ olmuş. Dağ olarak varlığını sürdürürken bir gün bir bakmış karnını bir canlı oyup duruyor. Güçlükle eğilip bakmış, bir de ne görsün?! Karnını elinde balyozuyla kıyasıya delmeye, oymaya çalışan bir mermer işçisi…
İnsanın öncelikle değerlendirmesi gereken hâl, içerisinde bulunduğu hâldir. Şöyle bir söz vardır dilimizde: “Çölde ölen susuzluktan ölürken, ne mutlu gölde ölene, hiç olmazsa kana kana su içerdim!” dermiş. Gölde ölen de çölde ölene; “Ne mutlu çölde ölene, keşke çölde bulunsaydım da, sular içerisinde kalmasaydım” dermiş. Yani insan bir türlü bulunduğu hâle rıza göstermez, sürekli daha iyi, daha başka ve farklı olanı ister durur. Hâlbuki bütün bunlar izafidir. Var olanla yetinme, var olana şükretmesini bilme Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediği hallerdendir. Nitekim Rabbimiz; “Hatırlayın ki Rabbiniz size: ‘Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!’ diye bildirmişti.” (İbrahim, 14/7) buyurur.
Sürekli başkasının elinde olana heveslenip ona doğru koşturmak, onu elde etmede muhteris davranmak ve daha iyisini aramak yerine, elde mevcut olana şükredip saadeti aramak gerekir.
Yine anlatılır ki, ayağı yaralı ve sakat olan bir kimse hâline şükretmiş… “Neden şükrediyorsun, hastasın ayağın yaralı?” diyenlere “Evet yaralıyım ama hiç ayağı olmayan insanlar gördüm, onlara göre ben çok iyiyim. Bunun için şükretmem gerekmez mi?” demiş.
Her sabah kalkıyoruz, Rabbimizin büyük lütfu ve ihsanı olan günün aydınlığı, güneş üzerimize doğuyor, bizi ve dünyamızı aydınlatıyor. Karanlıkta olan, güneş yüzü hiç göremeyen nice canlar ve canlılar, hastalar var. Bunlar karşısında hâlimize şükretmemiz gerekmez mi?
Kurulan soframıza oturup bir dilim ekmek ve bir bardak su bulabiliyorsak, hamdolsun yiyecek ekmeğimiz var, içecek suyumuz var. Ağzımıza alıp çiğneyebiliyor, yutabiliyorsak, dişlerimiz var, yutacak kursağımız var. Rabbimize çok şükretmeliyiz.
Katıldığım bir seminer programında dinlemiştim. Zengin, varlıklı bir insan, çocuğunun yakalanmış olduğu hastalıktan dolayı tükürük bezinin tükürük üretmemesi üzerine şöyle bir cümle kurmuş: “Çocuğumun ağzında bir damla tükürük olsun diye, bütün servetimi vermeye razıyım!”
Demek ki, çölde ölenin “ne mutlu gölde ölene”, gölde ölenin de “ne mutlu çölde ölene” demesi yerine mevcut hâlimize rıza gösterip; “Rabbim! Veren de Sen’sin, alan da Sen’sin. Verince şükretmemizi, vermeyince sabretmemizi bize öğretensin. Bütün hâllerimiz için hamdolsun, âlemlerin Rabbi olan Allah’ımıza; ancak küfür ve dalâlet halleri hariç. Yeter ki şirk, küfür, inkâr, günahkârlık, kötülük, zulüm ve dalâlet olmasın. Bunların dışındaki bütün hâllerimize şükürler olsun” demeyi başarmaya gayret etmemiz gerekir.
Rabbimiz lütuf, inayet ve ihsanını üzerimizden eksik eylemesin. Bizleri hamd eden nimetlerine şükreden kullarından kılsın.