Her devrin kendine özgü bir yaşam biçimi vardır. İçinde bulunduğumuz modern zamanın hâkim anlayışı da tüketerek var olma mücadelesini kararlılıkla sürdürmektir. Peki, niye tüketir insan? Bu sarsıcı sorunun çok varyantlı yanıtları olabilir. Ama burada esasen iki yalın cevap bizleri karşılamaktadır: Hayatta ya da vizyonda kalmak.
Eskiye nazaran birçok nimetle bolluk ve refah içinde kendi yörüngesinde akıp giden insanoğlu için tüketim, bugün ihtiyaçtan ziyade var olabilmenin, kendini ifade edebilmenin dışavurumsal bir tezahürüdür. Belki de bunda, ünlü İrlandalı şair ve yazar Oscar Wilde’ın (ö. 1900); “Bana lükslerimi verin, gereksinimlerim olmadan da yaşarım” sözü, önemli bir motivasyon teşkil etmektedir. Diğer taraftan, sosyolojik değişim ve dönüşümün sonucunda üretim toplumundan tüketim toplumuna evirilerek olanca uyaranın taarruzuna maruz kalan modern insan, günümüzde hafakanların baskısı altında uzatmalı kabz hali yaşamaktadır. Bunun sonucunda, yaşadığı bunalımı tahliye etme amacıyla tüketime sarılan birey, “geçici iyilik hali” olarak ifade edebileceğimiz bir psikolojiyle kendini rahatlatmaktadır. Bu yönüyle tüketim, başlı başına bir kaçış psikolojisinin ürünü olarak kişinin kendinden, diğer insanlardan, tabiattan, kâinattan ve son raddede Yaratıcıdan kaçışıdır esasen. Fakat edinimini başkasına gösterme ve böylelikle kendini iyi hissetme üzerine kurulu bu nevzuhûr kültür, uzun vadede kişiyi anlam problemine duçar edip adını son zamanlarda sıklıkla duyduğumuz “tükenmişlik sendromu”yla baş başa bırakmaktadır.
Tüketim, tüm maddi imkânların istiap haddini zorlayarak ortaya konan sosyal uyum davranışının pratik neticesidir. Bunda, özellikle kalp gözünü kafa gözüne indirgeyen Batı medeniyetinin kodlarındaki imajı merkeze alan sığ yaklaşım oldukça etkili olmuştur. Yarıştan kopmama üzerine kurulu bu sistem, döviz kurundaki dalgalanma refleksine benzer bir etkiyle insanı teyakkuzda tutmaktadır. Aşırı hırs, heyecan ve beklentiyle bireysel ve toplumsal aşınmanın baş aktörlerinden biri olan bu maraz, özellikle medya yoluyla körüklenmektedir. Zira medyaya yön verip toplumsal zihniyeti şekillendirenler, oyunun içinde kalacakları da nefesi tükenenleri de tek başına tayin ederek piyasanın hâkimi olduklarını her dönem çeşitli tezahürlerle ihsas ettirmektedir. Nitekim yıllar önce toplumda makes bulan bir akımın tam da unutulmaya yüz tutmuşken, bugün kendisi için elverişli şartlar oluşmamasına rağmen birdenbire anlamsız bir şekilde revaç görmesi, hakkı teslim edilen kayda değer bir algı yönetimi başarısıdır.
Örneğin, uzunca yıllar önce bir tüketim objesi olarak beyaz çorap kullanmak, moda bağlamında bir popüler kültür pratiği iken sonradan bu tutumun alt kültürle özdeşleşmesiyle söz konusu yaklaşım neshedilmiş fakat görülen lüzum üzerine bugün beyaz çorap giyme yarışı yeniden hortlatılmıştır. Yahut önceleri yoksunluğu resmetmesine rağmen son zamanlarda güncellenip imtiyaz alameti olarak gösterime giren “skinny” pantolonda olduğu gibi, geleneksel kodlarımızda karşılığı bulunmayan bir hareket, farkında olmadan bizleri paralize edip içine alarak tutkulu birer taraftar haline getirmektedir. Öte yandan, kırk yıllık hatırı bulunan bildiğimiz kahvenin makyajlanıp familyasının genişleterek “franchise” mekânlarda tüketilmesinin itibar vesilesi sayılması ya da sunum, lezzet ve sağlık açısından bizim mutfağımızın yanında esâmesi okunmayan “sushi” vb. çiğ ürün tüketiminin küresel telkinlerle prestij sebebi addedilmesi, sözü edilen tespiti haklı çıkaran düşündürücü bir detaydır. Bu da tüketimin/moda anlayışın, ihtiyaç ve(ya) toplumsal maslahattan ziyade gündelik ve pragmatist bir matematik üzerine kurgulandığını açıkça göstermektedir.
Günümüz insanının şuur dışı reflekslerle bahse konu tezahürleri ihtirasla takip etmesi, meselenin asıl düşündürücü boyutudur. Bu noktada belirtelim ki, bilgiden ziyade duygunun şekil yaptığı genç(lik), kapital düzenin ana kumanda masasının hatırı sayılır şeref konuğudur. Zira hangi balığın hangi yem ve oltayla nasıl yakalanacağını çok iyi bilen usta balıkçı yaklaşımıyla gençlik döneminin bütün şifrelerini çözen dehalar için gençlik bulunmaz bir fırsattır. Çünkü ergenliğin bitip yetişkinliğin başlangıcı olarak kabul edilen bu devre, külli gelişim ve değişime kapı aralayan fırtınalı bir dönemdir. Bu açıdan, bağımsızlığına düşkünlüğü ile maruf olan ve kendi içinde bulamadığı intizamı dış dünyada arayarak ideali yakalamaya çalışan genç, güçlü olma ve kendini gösterme isteğinin zorunlu sonucu olarak içinde bulunduğu marjinal kabın şeklini almakla tüketim, moda ve lüks yaşam mimarlarının potansiyel hedef kitlesi haline gelmiştir. Dolayısıyla, kendini dünyanın merkezinde görmekle birlikte varlık alanı oluşturabilmek için dış dünyaya bağımlı olan, zaman zaman istendik yalnızlıkla aşırılıklar hududunda, çelişkili ve dengesiz bir yaşantıya yeşil ışık yakabilen genç, böylelikle farkında olmadan tüketim baronlarının ekmeğine yağ sürmektedir. Hal böyleyken heyecanla, sorgulamadan, olgunlaşmamış muhaliflikle bulanık bir imaj çizen genç, tüketim kültürünün müdavimi olmakla, kendisine sunulan her ürünü, varlığını inşa edeceği tuğla mesabesinde görerek çok boyutlu bir yanılgı içerisinde bocalamaktadır.
Tüketim çağının sadık müşterilerinden olan gençler, asıldan ziyade arızi olan üzerinde daha fazla yoğunlaşmaktadır. Kalıcı kazanımlara sahip olmak yerine geçici arzu ve hazlara meyledebilen gençler, kendileri için “in” olan tüm uyarıcılara tepki göstermektedir. Bunda, olağan yaşam pratiklerinin makyajlanarak harikulade bir vizyonla gösterime sokulma gayreti, aktif rol oynamaktadır. Her dönemin gençlerinin bir şekilde etkilendiği bu rüzgâr, günümüzde daha sert eserek yaşanılan zamanı/mekânı oldukça daraltmış ve gençliğin günübirlik gündemlerle avunmasına sebebiyet vermiştir. Son tahlilde mahir ellerin, birine alışmadan diğerini dolaşıma soktukları bu kısırdöngü, baş döndürücü bir hızla içine aldığı her şeyi öğütmektedir.
Ne yazık ki ortaya konan bu tabloda en onulmaz yarayı, her türlü eylemi zarafetle tezyin eden üstün ahlak ilkeleri almıştır. Örneğin, nostaljik gençlerin dost meclislerinde yalın bir tevazu, içtenlik ve kendiliğiyle ortada durdukları henüz zihinlerde taptazeyken, günümüz gençlerinin elinden düşürmemekle kendisine farklı anlamlar atfettiği telefon, anahtar vb. nesneleri gelişigüzel ortamlarda sergileyerek stratejik güç hamleleri yapmaları, bugünkü gelinen arabesk boyutu tasvir etmesi açısından mühim bir donedir. Diğer taraftan, kalem ve kâğıdı eline almak yerine “enformatik cehalet” hastalığıyla saman alevi heveslere kucak açan gencin tüketime dair yaşadığı travma, sadece maddiyat ve onun artçı sarsıntılarıyla sınırlı değildir. Nitekim gençlik üzerinden vizyona konulan yarışma vb. programların aktif öznelerinin bugünkü gelinen noktada yaşadıkları sessiz trajedi, gençliğin manevi açıdan da tüketildiğinin soluk resmidir.
Meseleye dinî perspektiften yaklaşıldığında, en güzel sözün kendisine ait olduğunu deklare eden Cenâb-ı Hakk’ın (bkz. Nisâ, 4/122) tüketilmeyenin, kalıcı olanın iyi, güzel ve değerli eylemler olduğunu açıkça ifade ettiği görülmektedir (bkz. Kehf, 18/46). Zira yiyip tükettiğinden, giyip eskittiğinden ve kalıcı yurt olan ahirete kendi eliyle yaptığı yatırımdan başka, bu dünyaya dair bir aidiyet numunesi bulunmayan insanoğlu (bkz. Müslim, Zühd ve Rikâk, 3 [2958]) için yaşanan bu dünya, esasen ideal konforun bulunmadığı bir mekândır. Dolayısıyla temelde acıktığı için yiyen, çıplak kaldığı için giyinen, kendini güvende hissetmediği için destek unsurlarına sarılan insanın bu dünyayı vatan-ı aslî addetmesi, yaman bir çelişki olarak göze çarpmaktadır. Zira doğumundan ölümüne değin kişisel yolculuğunda, kulluk serüveninde ve dahi kabir hayatında insanoğlunu meşakkatli bir yaşamın beklediği göz önüne alındığında, altı çizilen husus calibi dikkattir. Manzara bu iken kişinin tüm yatırımını, akşam vakti gelip çattığında denizin hırçın dalgasıyla yerle yeksan olan gündüzün özenle imar edilmiş kumdan kalelerine yapmasının iler tutar yeri olmadığı aşikârdır.
Bu noktadan hareketle ifade edelim ki, dinî literatürde zemmedilen bir ifade olarak karşımıza çıkan “dünyevileşme”, algılara sunulduğu boyutuyla esasen su götüren bir kavramdır. Çünkü dünya biletini almadan ahiret yolcusu olmak imkân dâhilinde görülmediğine göre, dünyalı olmanın ilk bakışta menfi bir yönünün bulunmadığı hemen tebarüz edecektir. Zira dünya, iyi/kötü davranışların ekim-dikiminin yapıldığı; ahiret de bunun hasat edildiği boyuttur. Kulluk düzleminde “ne ekersen onu biçersin” şeklinde zihin ve gönüllere nakşedilen nebevi öğreti de (bkz. Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, IX, 105) bu hususu teyit etmektedir. Dolayısıyla burada dünyevileşme ile asıl kastedilen, ahiretin hakkından eksiltip dünyayı besleyerek onu şımartmaktır. Öte yandan; “…Dünyadan da nasibini unutma…” (Kasas, 28/77) emr-i ilahisi, ideal manada ahirete odaklanan müminin, dünyaya da yönünü çevirmesi gerektiğini hatırlatması açısından değerli bir tekliftir. Aksi takdirde yaktığı meşaleyle anlam dünyamızı aydınlatıp önümüzü gösteren yüce Kitabımızın, bizi tek yönlü bir yola sevk etmeyeceği izahtan varestedir. Fakat realiteye baktığımızda, dünyaya dönük tek yönlü beslenme, zihin ve gönül dünyamızın can damarlarını tıkamış ve tükettikçe tükenen paradoksal bir kimlik inşa etmiştir. Nihai kertede insanoğlu, bu psikozdan aslına yani hammaddesi olan toprağa döndüğünde kurtulacaktır. Bu çerçevede, beşerin derinliklerindeki ihtirasının nihayetsiz oluşunu, vadiler dolusu altın ve yakinî netice ölümle irtibatlandırarak gözler önüne seren Hz. Peygamber (bkz. Buhârî, Rikâk, 10), nefse tabi olmadan geçirilecek ömrün, hem dünya hem ukba saadetini temin edecek biricik reçete olduğunu çağlar öncesinden hafızalara kazımıştır. (bkz. İbn Mâce, Zühd, 31)
Buraya kadar tüketim, moda ve dünyevileşme perspektifinde çekilen fotoğrafta gençlik, odak noktasıdır. Bu bağlamda, kişinin kıyamet gününde muhatap olacağı ve cevabı alınmadan hareketin gerçekleşmeyeceği sorulardan birini teşkil eden “gençliğin nerede tüketildiği” sorusu (bkz. Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 1), dinimizin bu özel döneme verdiği ehemmiyeti göstermesi yönüyle oldukça çarpıcı bir referanstır. Dolayısıyla Necid çöllerinin kısa ömürlü, muhteşem kokulu arâr çiçeği gibi göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçen, bunun yanında bir o kadar da bereketli olan gençlik çağı, üst düzey bir özen ve ihtimamı hak etmektedir. Bunun için kuşanılması gereken tavır; inanç, ibadet, ahlak, bilgi, düşünce ve aksiyonu merkeze alan, gençliğin hem kendisini gerçekleştirecek hem de çevresiyle ilişkilerini ideal boyutta tanzim edecek, her türlü aşırılıktan uzak dengeli bir yaklaşım olmalıdır. Bu itibarla heyecanı, enerjisi, idealleri ve potansiyeli ile toplumun en aktif rol üstlenmesi gereken kesiminin, tüketim çılgınlığı ve popüler rüzgârların yönünü tayin ettiği moda anlayışının tazyikleriyle tedricen pasifize edilerek figüran haline dönüştürülmesine seyirci kalmamak, önemli bir şuur ve sorumluluk dersi olarak önümüzde durmaktadır.