Dünyada yaşanan savaşları bazen anlamakta zorlanıyoruz. Dökülen kan ve gözyaşlarını bir türlü kabul etmeyen vicdan sahipleri olduğu kadar, taştan daha sert kalpli, insan görünümlüler de bulunmaktadır. Bu sadece bugünün gerçeği değil, Kur’an’ın verdiği bilgiler ışığında geçmiş dönemlerde de yaşanmış, tarih kitapları da anlatmaktadır.
Bazen iyiler kazanıyor savaşları, bazen de kötüler. Savaşı kazanmak için sadece iyi olmak yetmiyor, savaşın kanunlarını bilmek ve ona göre hazırlık yapmak gerekiyor.
Bir de kaybetmek ve kazanmak görecelidir. Kur’an perspektifinden bakıldığında, hak yolunda savaşıp ölen ile sömürü ve işgal uğruna ölenler eşit değildir, zira bizim ölülerimiz cennette, onların ölüleri cehennemdedir.
Filistinlilerin yaşanan vahşet karşısında sergiledikleri duruş da bu anlamda değerlendirilmeli. Vatan ve inanç uğruna canını severek feda eden bir millete göre ölüm de zaferdir, çünkü şehit olmuşlardır ve şehitlik büyük kazançtır. Ölüm sonrasını hesap etmeyip dünyaya çakılıp kalsalardı, yağmur gibi yağan bombalar altında bir saniye durmaz, dünyasını yaşayacağı başka bir yere kaçmanın yollarını ararlardı. Dolayısıyla, ölmek herkes için kaybetmek değil, kişiye göre değişen bir sonuçtur.
Binlerce çocuğun katledilmesiyle sonuçlanan bir vahşetin vicdan sahibi insanlarda bıraktığı travmalar kolay atlatılmayacaktır. Bununla birlikte, zalimlerin yaptıkları da yanlarına kâr olarak kalmayacağına inancımız tamdır.
Uhud savaşındaki yenilgi karşısında Müslümanların moralleri bozulmuştu, Hz. Muhammed’in (sas) de yaralandığı bir savaştı Uhud. Müslümanlara moral vermek için Allah şu ayeti gönderdi;
"Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz. Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, bilin ki o topluluk da benzeri bir yara almıştı. O günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz ki Allah gerçek müminleri ortaya çıkarsın ve uğrunda şehitleri olsun diye. Allah, zalimleri sevmez.”
(Al-i İmran,139-140)
Dünyada herkese çalıştığının karşılığı vardır.
“Kim dünya hayatı ve onun ziynetini istiyorsa, orada onlara işlerinin karşılığını eksiksiz veririz; orada onlar hiçbir zarara uğratılmazlar.” (Hûd,15)
Bu ilahi kural savaş için de geçerlidir. İster Allah’a inansın ister inanmasın dünyada herkes alın terinin karşılığını alacaktır, alıyor da. Buna göre savaş kanunlarına kim uyarsa o galip gelir. Tedbirsiz davranan, gevşeklik gösteren ve gücünün yettiğince hazırlık yapmayan kaybeder.
Uhud savaşındaki yenilginin sebebi, “savaş kazanılsa dahi ikinci emre kadar yerinizden ayrılmayacaksınız” diye, Hz. Peygamber'in üzerine basa basa durduğu hudut nöbetindeki bazı askerlerin gösterdikleri gevşeklikti, nöbeti terk etmişlerdi ve bunun sonucu olarak da Peygamberin ordusu mağlup olmuştu. Demekki savaşın kanunlarına uyulmadığında, peygamber de olsa yenilgi kaçınılmaz oluyor.
Güçlü olmak da mutlak galibiyet değildir. Allah’ın iyilere yardımı haktır ve bu gerçek bir çok savaşta tecrübe edilmiştir. Güç ve sayı bakımından az olan topluluklar, güç ve sayı bakımından üstün görünenleri denizin dibine gömmüştür.
Kur’an buyurur ki;
“Nice az birlik vardır ki, Allah’ın izniyle sayıca çok birliği yenmişlerdir, Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara,249)
Uhud savaşında Peygamberin ordusunun gücü, düşman ordusunun dörtte biri kadardı. Buna rağmen zafer elde etmişlerdi ve düşman dönüp kaçıyordu, hatta müslümanlar silahlarını bile bırakmışlardı. Ne zaman savaşın kuralı çiğnendi, mağlubiyet geldi.
Yüce Allah; “Uhud’da sizi yenenler, daha önceden Bedir’de sizin yendiğiniz topluluktu“ hatırlatmasını yaparak, yenilginin nedeni üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Ganimet gibi şahsi menfaati öne çıkarıp nöbeti terk etmenin ne gibi felaketlere yol açtığından dersler çıkarıp, milli menfaatin önüne hiçbir menfaatin geçmemesine dikkat çekiyor.
Bugün de Gazze’de katliam yapanlar, dün batıda katledilen ve kovulan topluluktur. Hiçbir şeyleri yokken bu güce ulaştılar, birçok devletin desteğini arkalarına aldılar, market raflarını ürünleriyle doldurdular.
Dünyada silah sanayisi, yatırımların en yüksek payını oluşturuyor. Savaşı konuşmak vicdanları sızlatsa da, savaşsız bir dünya yaşanmadığı gerçeği de önümüzde duruyor. Bu sebeple, dünyayı savaşlarla kana bulayanları durdurmak ve barışı tesis etmek için, insanlığın kıymetini bilen erdemli devletler güçlü olmak zorundadır. Bu konuda kainatın yaratıcısı ve yöneticisi buyurur ki;
“Düşmanlarınızı ve onların arkasında olanları korkutup caydırmak üzere, onlara karşı elinizden geldiği kadar güç ve silah hazırlayın. Allah yolunda harcadığınız her şeyin karşılığı, zerrece haksızlığa uğratılmadan size tastamam ödenecektir.” (Enfal,60)
"Sabredin, kararlılıkta yarışın, düşmana karşı hazırlıklı olun (birbirinize dayanıp bağlanın), Allah’a karşı gelmekten sakının ki başarıya ulaşabilesiniz.”
(Al-i İmran,200)
Belli ki kandan beslenenler uyumuyor, fırsat kolluyor. Dolayısıyla, onların anlayacağı dilden konuşarak kan ve gözyaşının durdurulabileceğini anlatılıyor ayet. Bunun için Allah, düşmanın gücü kadar güç hazırlamayı değil, “Elimizden geldiği kadar” gayret sarfetmeyi emrediyor. İyi kullar elinden geleni yaparsa, geriye kalanını kendisinin tamamlayacağına işaret ediyor.
Bu konuda devletin yapacakları vardır ki bunu en iyi onlar bilirler ve gereğini yaparlar. Millet olarak ise, ayette de işaret edildiği üzere, öncelikle her türlü zorluklara karşı sabrı elden bırakmadan güçlü durmayı başarmak gerekir. Sabır, geri adım atmamaktır. Hiçbir gevşeklik göstermeden, kararlılıkla Devletimize ve değerlerimize sahip çıkmalı, Allah’ın yardımını kazanabilmek için millet olarak tek vücut olmalı, Allah’a bağlı kalıp, O’na güvenilmelidir.
Beşer olarak gerekli tedbirler alındıktan sonra, “Ol!” diyerek her şeyi var eden Allah’a dua ederiz ve karşılığını beklemeye başlarız.
Kur’an der ki;
“Allah, onların dualarına şöyle karşılık verir:
Şüphesiz ben, erkek olsun kadın olsun -ki birbirinizden meydana gelmişsinizdir- sizden bir şey yapanın emeğini asla boşa çıkarmam. Hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda eziyete uğratılanların, savaşanların ve öldürülenlerin, işte onların günahlarını elbette sileceğim. Andolsun ki, Allah katından bir mükâfat olarak onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Şüphe yok ki nimetin güzeli Allah’ın katındadır!” (Al-i İmran,195)
Mümin kimse, dünya ve ahireti bilendir. Burası geçici, orası sonsuz; burası araç, orası amaçtır. Dünya hayatını ve ahiret hayatını bilen ve inanan kişi, hak yolunda can ve mal kaybı yaşasa da, zulme taraf olmadığından vicdani huzur içerisindedir. Bu yolda hayatını kaybedenlerin, kimsenin bilemeyeceği lüks ve konfor içinde yaşadığını Kur’an bizlere bildirir ve onlar hakkında “öldüler” diye söz söylemeyi yasaklamıştır. (Bakara,154)
Zulümle abad olunmaz. Zalimler hep kaybetmişlerdir. Bu dünyada da kaybettiler, öbür dünyayada da kaybedeceklerdir.
“İnkâr edenlerin (gönüllerince) diyar diyar dolaşmaları sakın seni yanıltmasın; Kısa süren bir faydalanma... Sonra sığınakları cehennem. Ne kötü bir mesken!”
(Al-i İmran,196-197)
Firavun ve Kârun gibi zalimlerin düştükleri acizlik ve pişmanlıkları Kur’an’da hikaye olsun diye anlatılmıyor. Zalimlere uyarı ve ibret olsun, iyilere de ferahlık olsun diye anlatılır. İyiler, canlarını kaybetseler de el emeğiyle ulaşılması imkansız büyük makamları kazandıkları için onlar hiçbir kayıp yaşamayacaklardır. Filistinli kardeşlerimizin dünyayı şaşkınlığa çeviren ölüme karşı o duruşlarının nedeni de işte bu inançtır. Onlar, gerçek mümin olduklarını ortaya koydular ve şehit olmayı da hakettiler. Ayrıca, insan hakları ve özgürlük gibi ağızlardan düşmeyen hedeflerin içi boş sloganlardan ibaret olduğunu dünyaya öğrettiler.
"Sanma ki (yapmaması gerektiği halde) yaptıklarından memnun olanlar, (yapması gerekirken) yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananlar, evet, sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır! Onlar için elem verici bir azap vardır.”
(Al-i İmran,188)
Allah, en iyi bilendir.